Gesi Bağları 6 Türküsünün Hikayesi
Gesi Bağları 6 Türküsünün Hikayesi
Sana gelen mektupların arasında bu sarı zarfın yeri ne olur, seni heyecanlandırır mı, sevindirir mi bilmem ama ben buralarda her gün üzerinde tanıdık birinin adını okuyacağım bir mektubun hasretindeyim. Kapımın önünden yükselecek “posta!” çağrısını özlüyorum. Sabah akşam “Bugün posta günü canım sıkılır” türküsünü mırıldanıp duruyorum.
Çünkü bu benim ilk gurbetim.
Ekim 10’da ayrıldım İstanbul’dan. Görüp geçtiğim her manzaranın ardında doğup büyüdüğüm İstanbul’un özlemini bırakarak bilinmedik bir memlekete doğru yola koyuldum. Kupkuru bir gençlik geçirdiğimi anladım yola çıkınca. Yazık ki ardımdan “Varır yad ellere gönül verirsen oy, kış ola bağlana yolların dostum” diyen birini bırakmamıştım. Sırtında sazı, elinde çıkınıyla benli dilber peşinde diyar diyar gezen Karacoğlan misali indim Kayseri’ye.
Kim bilir belki bu diyardadır gönlümün aradığı eş.
Evim Gesi Bağları’nda ve burada oturacak olmam garipliğimin tek tesellisi. Daha önce gelmediğim bu şehrin kulağıma aşina tek semti Gesi. Daha önce gezmediğim, görmediğim sokakları yabansı değil, ürkütücü değil. Manisalı bir öğretmen arkadaşla birlikte, üç katlı yeni bir binanın alt katında küçük bir daire tuttuk. Bahçemizde ince uzun kavak ağaçları, penceremizin önünde rengarenk çuha çiçekleri.
Çuha çiçeği ayazı severmiş nedense. Otuz santigrat derecenin altında kırmızı açarmış.
Erciyes’in avuçlarında bir diyardayım. Dağları ne denli sevdiğini bildiğim için bunu da belirtme gereği duydum. Geceleri bir soğuk oluyor ki sorma. İlk tayin yerimin Kayseri olduğunu öğrenince, ne yalan söyleyeyim, biraz hayal kırıklığına uğradım. Ayaza karşı yüzüm yoktur ya pek, becayiş yapmayı düşündüm önce. Ardından yazgıma rıza göstermeyi daha uygun buldum. Gurbetse, her yer gurbet olacaktı benim için. Memleketse, yurdun her köşesi memleket.
Pek de bağlık bahçelik değil buralar. İnsanlar yorgun kavruk yüzlü, fakat bir sevecen, bir sıcak yapıları var ki görmelisin. Birkaç kişiyle selamlaşıp sohbet ettikten sonra korktuğum ölçüde bir yalnızlık çekmeyeceğimi anladım. Bu şehirde öğretmen olmak hala bir ayrıcalık. İlgi ve saygı görüyoruz çevreden, Anadolu dedikleri diyarın farkı bu olsa gerek. Kadir kıymet bilir, buraların insanı. Özverili ve ölçülü.
Yine türkülerin içindeyim kısacası.
Aslında burası eskiden Kayseri merkeze 12 km. uzaklıkta bir kasabaymış. Şimdi büyük şehrin bir mahallesi durumunda. Kayseri adını duyunca buraları anmayan var mıdır acep? Sıla çağrışımlı, sıcak ocak başı çağrışımlı bir diyar. Memleketinden uzaktaki Kayserililer şehirlerini özlediğinde derinden bir of çekip Gesi bağları türküsünü mırıldanıyordur. O türküyü söylemek biraz da Kayseri’yi söylemektir. Ben de gurbete düştüm düşeli, dudağımda bu türkü yer etti. Barış Manço’nun eski albümlerinden birinde dinlemiştim ilk kez. Yürek parçalayıcı nağmeleri beni de sarıp sarmalamıştı . Nereden bileyim o türkünün vatanına gelip konacağımı. Gesi bağlarının ortasında yurt tutacağımı.
Bursa’yı su ve yeşil, İstanbul’u minare ve ışık, Konya’yı derviş diye ananlar Kayseri’ye de “Türkü Şehri” dese yeridir. Sırf Gesi Bağları türküsü Kayseri’yi bu şekilde anılmaya değer kılar. Yabancı bir şehrin, yabancı sokakların, yabancı yüzlerin içinde kaldığımdan olsa gerek, türküleri bir başka kulakla dinliyorum herhalde. İçimi kıyım kıyım kıyıyor nağmeleri. Bir de o türkünün doğduğu yerde, onu yaşamış insanların arasında olunca, öyküsünü dinleyince.
Akşam olup içinde eşya namına bir yatak, bir dolap olan odama çekilince bin bir türkü güftesi yükseliyor yüreğimden. Söylenecek bütün güzel sözleri söylemiş türküler. “Bir yiğit gurbete düşse, gör başına neler gelir” diyorum, “Alem çiçek olsa, arı ben olsam, dost dilinden tatlı bal bulamadım” diyorum. Kah Neşet Ertaş dinliyorum, kah Pir Sultan’ın demelerine bırakıyorum kendimi.
Hoş değil gönlüm be dostum. Yine de hoş değil.
Bu türkünün hikayesi iyice bulandırdı gönlümü. “Bazı bazı gülsem de yine gönlüm hoş değil” dizesini anmadan olmaz. Benden önce buralarda hem ana, hem sıla, hem yar hasreti çeken birilerinin olduğunu öğrenmek hoşnutsuzluğuma tuz biber ekti.
Gideceğim buralardan!
Senin mavi kasaban kadar gamsız kedersiz bir sahile atacağım kendimi.
Anadolu kadar dağı taşı türkü olmuş bir başka coğrafya var mıdır bilmem. Türkülerin, o samimi dert yanışların bereketi midir nedir, bunca yoksunluğun zorluğun içinde sınırsız bir gönül zenginliği tarifsiz bir vericilik var buralarda. Mektep medrese görmemiş, eli kalem tutmamış, kağıt çiziktirmemiş olanlarında bile değme fikir adamlarının erişemeyeceği bir gönül enginliği seziyorum.
Bana Gesi Bağları’nın öyküsünü anlatan şalvarlı yaşmaklı Afşar kadınını görmeliydin, türküyü onun ağzından dinlemeliydin. Hiç duraksamadan, hiç takılmadan kullandığı zengin Türkçe’sini işitmeliydin. Pazarören adlı bir kasabadan gelmiş buraya. Yıllardır Gesi’de yaşıyor, Gesi’yi söylüyor.
Gerçi birbirinden farklı bir çok hikaye anlatılıyor bu türkü için. Halk o kadar benimsemiş Gesi Bağları’nı ki, insanlar sonradan kendi hüzünlerini de, kendi hikayelerini de bu şarkının formuna uydurup söylemiş. Bu yüzden Gesi Bağları türküsünü ilk dillendiren de zamanın araya koyduğu sislerin içinde silikleşmiş, ne için söylendiği de belirsizleşmiş. Bilinen bir şey varsa, o da bu türkünün nağmelerinde yurt hasreti var, ayrılık acısı var, gurbet var, ana sevgisi var. Anadolu’yu bundan daha iyi anlatan bir türkü bu yüzden olamaz. Pazarörenli Afşar kadının anlattığına göre kaderi toprak rengi, kendisi bağ gülü kadar evcil bir İstanbul kızı söylemiş bu türküyü. Sevdadan çok yabancılığı, garipliği, umarsızlığı dile getirmiş onu.
Er düşermiş Erciyes’in eteğine kar. Tepesinden çığ buzul eksilmeyen yüce dağlara bahar çok erken gelirmiş. Çiğdem çiçekli yazı serince, kışı ya kuru ayaz, ya amansız boran kar olurmuş buraların. Gesi, Kayseri’nin ırağında sapa bir kasabayken, yaz gelince gurbet ellere çalışmaya gidermiş buranın gençleri. Ellerinde bir küçük bavul, ceplerinde üç beş kuruş yol parasıyla İstanbul’a, İzmir’e doğru yollara koyulurlarmış.
Gesili Mustafa da bir küçük evciğin en büyük oğluymuş. Yaz bahar ayı kendini gösterende bavulunu, yolluğunu alıp ana babasına veda etmiş, yaz boyu çalışıp para kazanmak, başka diyarlar görüp iş öğrenmek amacıyla binmiş kara trene, düşmüş İstanbul yollarına. Sene kim bilir bin dokuz yüz kaç? Mustafa askerliğini yeni bitirmiş, yirmi beşinde bir Anadolu delikanlısı. İnce iş gelirmiş elinden, sıvacıymış. İnmiş Haydarpaşa Garı’na. Koca İstanbul’u görünce aklından neler geçirdi kim bilir. Sisler arasında kaybolan ulu minareleri, yüksek kuleleri, görkemli evleri seyredip kendisini büsbütün garip hissetmiş olmalı.
O zamanlar taşı toprağı altın bilinen İstanbul’da Gesili Mustafa’ya da bir köşe bulunmuştur barınacak. Yeni yeni yükselen beton semtlerden birinin inşasında iş vermişler. Belki Şişli’nin, belki Levent’in, belki Suriçi’nin binalarından birinin ustasıdır o. Binlerce tuğlayı üst üste koymuş, sıva yapmış, beton dökmüş. Yaptığı işi beğenmiş işveren. İşçiyken kalfa, kalfayken de usta olmuş.
Bu ağırbaşlı, namuslu Anadolu genci, arkadaşlarının arasında hem yaptığı iş, hem de güvenilirliğiyle seçilmiş olmalı ki işveren onu günün birinde kenara çekip bir cigara uzatmış, ailesini sormuş. Utancından tutuk tutuk konuşarak cevap vermiş Mustafa. “Kayseri’de bir koca kadın anam, beş kardeşim var. Yazın çalışıp kışın yeriz. Bizim oralar bağlık bahçeliktir. Erkek kısmına kış günü de olsa evde oturmak yakışmıyor. Geldim buralara… Koca anam dua etti, onun duası olmasaydı Gesili Mustafa çoktan keptiydi” demiş.
Evlenmeyi düşünüp düşünmediğini sormuş işveren. “Nasip” diye yanıtlamış Mustafa. İşvereni ona İstanbul’un kıyıcığında eski bir evde yaşayan kadıncağızın dört kızından birini teklif etmiş. “Ben bu kızı bilirim, tanırım her haline kefilim. Anası eşini yitireli çok oluyor. Dört kıza hem analık yaptı hem babalık. Yoksulluk kınanacak bir hal değildir oğlum, bu kızı seninle baş göz edelim” demiş. O an bir şey diyememiş Mustafa. Beklemediği bu teklif şaşırtmış onu. Akşam kara gecenin içine büzülüp düşünmüş. Teklifi uygun bulmuş, her ne kadar o zamana dek bu yabancı diyarlardan evlenmeyi düşünmediyse de kabul etmiş.
İnsan yaşamında oynanan en büyük kumardır ya evlilik. Bu yüzden kader deyip, sorumluluğu üzerimizden atmak, işin kolayı. Bir gün iş arkadaşları ve patronu gidip çalmış eski evin boyası aşınmış kapısını. Leyla’yı görüp beğenen Mustafa’nın evlilik dileğini kadıncağıza bildirmişler, Allah’ın emriyle kızını istemişler. Yaşlı kadının tek derdi, gözü görür eli tutarken kızının mürüvvetini görmek olmalı ki ikiletmemiş kendisine gelen teklifi. Madem tanıdıklar bu yabancı gence kefil oluyor, huyu güzel, çalışkandır diyorlar, “Hayırlı işi uzatmanın manası yok. Kıysın nikahı alsın götürsün” diye cevap vermiş. Leyla duraksayıp bakmış anasına. “Ne tez bıkmışsın benden ki alıp kızını bilinmedik diyarlara atıyorsun” diyecek olmuş ama sesi düğümlenmiş boğazında. Anasının uygun gördüğünü geri çevirememiş. Biraz da kahredip kabul etmiş kısmetini.
Mustafa evleneceğini kısacık ve utangaç sözcükler içeren bir telgrafla bildirmiş Kayseri’ye. Basit bir alyans, üç beş parça hediye, birkaç takı ile gitmiş kız evine. Çabucak kıymışlar nikahı. Sonrası Mustafa Leyla’yı alıp memleketine doğru yola koyulmuş. Delikanlının cebinde yaz boyu çalışıp kazandığı paralar, kızın elinde birkaç parça çeyizini sıkıştırdığı bavulla geçmişler Anadolu yakasına. Kara trenin Kayseri istasyonuna Haydarpaşa’dan iki bilet almışlar. Leyla doğup büyüdüğü eski İstanbul’a gözleri dolu dolu bakmış, adını duyup yerini bilmediği Kayseri’yi düşlemiş. Korkup ağlayacak olmuş önce, sonrası kocasının elini tutup onun varlığına sığınmış. Ama zor iş göz açıp gördüğü diyarları bırakıp bilinmeze doğru yola çıkmak. Bu yüzden boğazın karşı kıyısında bütün görkem ve göz alıcılığıyla yükselen tanıdık İstanbul’a bakıp içinden geldiğince yakınmadan da edememiş.
Gemiden indim de yollar ayrıldı,
Bindim kara trene başım çevrildi
Bize kısmet gurbet elden verildi.
Atma anam atma, beni dağlar ardına
Kimseler yanmasın, anam yansın derdime…
Kara tren tıkır tıkır aşmış dereleri dağları. Anadolu’nun kıraç bozkırlarını geçip bir yüce dağın eteğine yaslanmış Kayseri’ye ulaşmış. Mustafa’nın ailesi karşılamış gelinlerini. Sarmaş dolaş olmuşlar. Leyla’nın içindeki ürkeklik geçmiyormuş yine de. Girmiş Mustafa’nın alçacık damlı, tek katlı, önünden tozlu bir yol geçen evine. Henüz alıştığı bildiği gibi bir yerle karşılaşamamanın ürkekliğini üzerinden atmadan konu komşu gelmiş İstanbullu gelini görmeye. Hediyeler getirip uğur dilemişler. “Vış bacım!” demiş kimileri Mustafa’nın anasına. “Taa İstanbul’lardan alıp getirecekti madem; alma yanaklı, kalın bilekli, kara kaşlı, kara gözlü birini bulaydı ya oğlun. Ayvalardan renk almış bu kızı da nereden buldu nikahladı? Ayağına şalvar giydirecek olsan lastiği tutacak kalçası yok, üstüne gök gürlememiş çalı gibi bir şey…”
İki ayrı dünya gibi zıt gelmiş Gesi ile İstanbul Leyla’ya. Koca şehrin ruhuna tanıdık köşelerini bırakıp yad ellere gelin gelmenin acısını bir türlü atamamış üzerinden. Gün boyu işe, aşa, suya, ateşe koşturup hizmet etmiş yeni yuvasına ama ille de kapısını çekip çıktığı evini özlermiş, ille kocamış anasını, kimsesiz kardeşlerini anarmış. Başka hiçbir şeye benzemeyen yurt özlemi sarmış gönlünü. Kimselerden yüz bulamamış dertleşmek için. Ancak akşam olunca odasına çekilip Mustafa’nın göğsüne başını dayar, içinden geldiği gibi yakınıp ağlarmış.
Çırpını çırpını yuvamdan uçtum
Ağlayı ağlayı gurbete düştüm.
Ayrılık zehrini gençlikte içtim.
Örtün pencereyi esmesin yeller,
Algın olduğumu bilmesin eller.
Mustafa yerinden yurdundan edip getirdiği bu garip kuşu yeni yuvasına alıştırmak için uğraşmış durmuş. Günbegün sevmişler birbirlerini. Yürekleri birbirine ısınmış. Eşini incitmemiş Gesili delikanlı. Anadolu’da adet olduğu üzere anasının, kardeşlerinin yanında ona pek yakınlık göstermese de bakışlarıyla, davranışlarıyla sezdirmiş sevdasını. Tenhalaşınca moral vermiş, destek olmuş. Akşam saatleri onu yanına alıp Gesi bağlarında gezintiye çıkarmış, unutturmaya çalışmış karısına gurbet acısını. Dolaşırken de türkülerle dile getirmişler hallerini,
Gesi’ye giderken yolun sağında,
Güller açmış nazlı yarin bağında,
Gurbetteyim daha gençlik çağında
Gel otur yanıma boyu boşu güzelim
Dost düşman yanında gülüp gezelim.
İki tazenin arası iyiymiş ama Mustafa’nın anası, kız kardeşleri pek de sevememiş Leyla’yı. Köy işinden anlamaz, koyun keçi sağamaz, iki avuç bulguru aş yapıp ortaya getiremez bir cahilmiş onların gözünde yeni gelin. Güler yüzleri çok sürmemiş. Evin içinde yaban gezer gibi irdemişler, dışlamışlar, itip kakmışlar sahipsizi. Fakir kızıysa da görgülü evin çocuğu olduğu için sesini çıkarmamış Leyla. Onlar itekledikçe Mustafa’da gönül dinlendirmiş. Sorup anlamadan öz kızını koparıp bilinmedik diyarlara atan anasına da gün geçtikçe gönül koymuş, sitem etmiş, ilenmiş. “Ne var idi Mustafa’yla İstanbul’da kalaydık. Koca kalabalıklara yer buluyorlar da biz sığamadık mı oralara?” diye söylenmiş.
Sıvacı Mustafa önceleri karısıyla anasının anlaşıp geçineceğini düşünmüş. Leyla kocasının evine, anası da yeni geline ısınacaktı hepsi bu. Ama dallı güllü şalvar giyen, boncuklu tülbentle yaşmaklanan Afşar karısı kadın anası insaf edeceğe benzemiyordu. Günbegün sertleşti İstanbullu gelinine. İşe ocağa sokmaz oldu. Ağzını açacak olsa, “Kendi gelen sen sus. İyi bir şey olaydın anan göğsünden söküp azıtmazdı seni” diye paylıyordu onu. Leyla kızın içini yalaz yalaz yakıyordu bu sözler. Gurbet elde tutunacak dalı yoktu, arkasını dayayacağı akrabası yoktu ki baş kaldırıp cevap versin. Attı içine, attı içine. Her akşam sızım sızım sızlandı. Ağlayıp içini döktü eşine. Kaynanasından işittiği kötü sözleri bir bir anlattı.
Gesi bağlarında bir top gülüm var,
Hey Allah’tan korkmaz, sana bana ölüm var.
Ölüm varsa bu dünyada zulüm var
Gel otur yanıma, hallerimi söyleyim.
Halimden bilmiyor, ben o yari neyleyim.
Aylar ayları kovaladı art arda. Leyla her gün yeni bir gizini keşfetti geldiği evin, Mustafa’nın akrabalarını tanıdı, konu komşuyla biliş oldu. Dışarı çıkarken yaşmaklanmaya, tencereyle sofraya getirilen çorbayı kaşıklamaya, kuyudan su çekmeye, tandır ateşine, çalı çırpı kırmaya, koyun keçi sağmaya alıştı ama atamadı üstündeki garipliği. Kendisini yeni evine benimsetemedi. Durgunlaştı, suskunlaştı, iyice zayıfladı. Mustafa baktı olacak gibi değil, bu kızı Gesi’de eğlemenin yolu yok. Bir gece onun İstanbul’a dönme teklifine “olur” dedi. Ama baba ocağından kavgalı ayrılmak olmaz. Hem İstanbul’da yerleşecek ev yok, Leyla’nın anası kendisine zor yeter bir kadıncağız. Onun yanına gidip sığınmak olmaz. Gesililer arkasından laf eder, “anasını bırakıp el kızının peşine düştü, yaban ellerde iç güveyi oldu” derler.
– “Ben İstanbul’a varıp bir yer bakmayım. Bir iş bulup çalışayım. Bir mevsimden tezi yok, seni yanıma alırım. İstanbul’a yerleşiriz” dedi Leyla’ya.
Onu yaşlı gözlerle bıraktı evin eşiğinde. Bavulunu alıp yine düştü gurbet ilin yoluna.
Yazmam gül yaprağı karanfil ırak,
Aksine vuruyor, devranı felek
Gesi bağlarında Leyla diyerek,
Devşirdim çiçeği, dalda ne kaldı,
Gurbete gidiyom burda nem kaldı.
Bir başına kaldı taze gelincik. Kadın olmak eli eteği eksik doğmak değil mi? Hele Anadolu’daysan, hele yurdundan uzak yerde yuva kurduysan olmayanı olduracaksın, her bir yana koşturacaksın, sabah akşam işleyeceksin. Yine de kadrin kıymetin bilinmeyecek, horlanacaksın, itileceksin. Leyla da bir çok bilmiş kaynanayla birkaç cahil görümce arasında kalakalmış. Tek tesellisi Mustafa’dan aldığı “tez döneceğim” sözü. Sabredip beklemeye koyuldu. Serin bir dua gibi sakladı içinde Mustafa’yı. Ama evdekiler anlamıştı olacakları. Oğulları bu şehirli gelinin sözüne kanıp İstanbul’a yerleşmeyi kafasına koymuştu. Elleri belinde karşısına dikilip söylendi Mustafa’nın anası. “Oğlumun aklını çelip İstanbullara gönderdin. Bizim ile ocak başında diz kırıp tarhana kaşıklamaya aklın kesmiyordu ne diye geldin buralara? Koca İstanbul’da kapısını sana açan olmadı mı da telsiz duvaksız, gelinliksiz gelip düzenimizi bozdun bre yabanın kendi geleni?”
Oturduğu köşeye büzüşüp kaldı Leyla. Mustafa’sı da yoktu ki derdini yansın. Garip başını eğip şikayetlensin, sabır istesin. İşittiği sözler içini yakıyordu ama ne yapsın, bir başınaydı. Yurt yuva özlemine bir de kendisinin tek destekçisi kocasının hasreti eklenmişti. Alıp başını Gesi bağlarında geziyordu komşu kızlarıyla. Gezerken de için için ağlayarak söylüyordu türküsünü.
Ooff, Gesi bağlarında dolanıyorum
Yitirdim yarimi aman aranıyorum
Bir çift selamına güveniyorum.
Gel otur yanıma, hallerimi söyleyim.
Halimden bilmiyor, ben o yari neyleyim.
Konu komşu acıyordu Leyla kızın garipliğine. Gidip kaynanasıyla konuşacak oldular, “Sürüsünden ayrılmış bir garip leylek gibi bu el kızını irdeme böyle koca ana. Allah’ın gücüne gider, hakkı bilmez kul değilsin. Elini obasını bırakıp eline düşmüş, incitme garibi” Mustafa’nın anası öfkeyle göğsünü dövüp ilendi gelinine, “Her kişi diyarını dirliğini bilecek bacım. Gittiğin yerin bir gözü korse sen de birini yumacaksın. Ben bu yabanın kılıksızına iş uğraş öğretemedim komşular kınamayın beni. Eline kürek orak alamaz, ocak başına varsa aş eyleyemez. Neyleyeyim kadan alım, bana bir çare gösterin.”
Gelenler çıkıp gitti üzülerek, alıp içlerine avuntu verdiler İstanbullu geline.
Alıp kalemi eline ak kağıtlara nakış nakış yazdı derdini Leyla. Yari ile mektuplarda dertleşti. “Tez gel” dedi sevdiğine. “Tez gelip al beni buralardan, daha dayanamıyorum.” Komşu kızlarına söylediği türküyü de iliştirdi mektuba.
Gesi bağlarının gülleri mavi,
Ayrıldım yarimden anam gülemem gayri
Yarden ayrılanın böyle olur hali,
Ne deyim ağlayım ah alnımın yazısı
Söyle bana söyle be yarinin kuzusu…
Üstü kara yazılı ak kağıtlar gurbet elde varıp buldu Mustafa’yı. Derdini bir iken bin eyledi. Koca yiğit çaresiz kaldı İstanbul’un orta yerinde. Çünkü daha ne iş bulabilmişti ne de ev. Ne dese gerekti sıladaki yarine. Bir of çekip savurdu cigarasının dumanını, kalemi eline alıp gönlünce yazdı içindeki efkarı. Karısına teselli olsun diye bir yüzük alıp gönderdi mektupla. Onun yakınışının güftesine uydurup karşılık verdi.
Gesi bağlarında bir oylum kaya,
Düşmüşüm sevdaya anam ne diyon bana
Bir yüzük yaptırdım bergüzar sana
Takın parmağına yarim yadigar olsun.
Bize sebep olan, onmasın da sürünsün.
Geçmek bilmiyordu Leyla için vakit artık. Mustafa’yı bekleyip oturuyordu köşesinde. Kendisini yad ellere gelin eden anacığına sitem ediyordu söylediği türkülerde. “Gesi bağlarını bekleyen gelin” diyordu konu komşu ona. Türküsü dilden dile söyleniyor, ağız ağız yayılıyordu Kayseri’ye. Leyla’yı yalnızlığın acısı büsbütün sarıyor, büsbütün eritiyordu. Doğum yapıp nur parçası gibi bir oğlunun olması bile acısını azaltmaya yetmedi.
Anam yok ki ağıdımı dinlesin,
Yarim yok ki şikayetim dinlesin
Şu garip gönlümü kimler eylesin.
El kadar anlımda türlü yazım var,
Evvel bir basımdı şimdi körpe kuzum var.
Güzel olan şu ki, bu türkü Yemen ağıtı gibi dönüşsüz bir ayrılığa yakılmamış.
Bana bu öyküyü anlatan Pazarörenli kadın, Leyla’nın bekleyişinin ne kadar sürdüğünü bilmiyor. Bir mevsim mi, bir yıl mı, bir ömür mü? Ama sonuç olarak Mustafa memleketine dönüp Leyla’yı almış, baba ocağına veda edip İstanbul’a gitmişler. Kim bilir hangi semtine yerleştiler, nasıl bir evleri oldu, Gesi’yi özlediler mi? Leyla kız daha ne mısralar dizdi, İstanbul’a dönünce söndü mü içindeki sıla hasreti? Kaç çocukları oldu, hala yaşıyorlar mı? Hele de en merak ettiğim şu ki acaba onların çocukları bir yerlerden bu türkünün nağmelerini duyunca vaktiyle analarının çektiği özlemi anlayabiliyorlar mı?
Bunları bilmiyor Pazarörenli kadın, “alıp götürdü karısını İstanbul’a, bize de türküsü kaldı” diyor.
***
Evim Gesi Bağları’nda sevgili dostum. Türkünün en güzelinin söylendiği diyardayım. Vaktiyle Leyla Gelin’in dolaştığı bağlar üzerine kurulu bir evdeyim. Bir de öyküsünü öğrenince bu türkünün beni düşürdüğü melankoliyi tarif edemem. Denizi özlüyorum alabildiğine, Haliç’i, Galata’yı, Eyüp’ü. Ney sesiyle, tambur tınısıyla anımsıyorum İstanbul’u. Başımın üstünden martılar geçiyor düşümde.
Ve seni dostum seni… İstanbul kadar özlüyorum.
Bir Cevap Yazın