Gözüm Yaşı Terme Çayını Tutuyor Türküsünün Hikayesi
Gözüm Yaşı Terme Çayını Tutuyor Türküsünün Hikayesi
Adı “Mart”. Anadolu bozkırında orta halli küçük bir köy, Çankırı’nın Şabanözü ilçesine bağlı. İnsanları tarım ve hayvancılıkla uğraşır. Yoksulu bol, kendi yağıyla kavrulanı azdır.
Öykümüzün kahramanı “Ahmet” de, bu köyün yoksullar bölüğünden. Babadan yetim, keleş bir delikanlıydı. Çalımlı değil ama, sevimli, yumuşak huylu, yüzü yolda bir gençti. Babası ölür ölmez anasıyla birlikte el kapılarında koşturdu yıllarca. Irgatlık yaptı, çöne durdu. Çile hamurunu genç yaşında köyünün taşı toprağıyla yoğurdu. Anasıyla birlikte muhanette muhtaç olmadı. Yumruk kadar bebe iken işe başladı, çalışa çabalaya onsekizine ulaştı.
Günün birinde, “askersin, hazırlan bakalım” dediler. Vardı kasabaya, muayene oldu. Kusursuzdu, sağlamdı, verdiler sülüsünü, çekti gitti askere. Vatani görev yeri: “Erzincan 58. Topçu Alayı”.
İki yıl sonra kutsal görevi yüz akıyla bitirdi, geldi, Ahmet. Geldi ya, babaocağında gördüğü, giderken bıraktığı gibi değildi. Anası eski gücünü, direncini kaybetmişti. Beli eğilmiş, saçları ağarmıştı. Ahmet’in gözünde bugün var yarın yoktu.
Birkaç gün gezindikten, askerliğin havasını unuttuktan sonra verdi kararını:
– “Anacığım, yetmez mi benim için çektiğin? Bunca yıldır el kapılarında ağarttın saçlarını. Benim için süpürge ettin. Gece gündüz demedin çalıştın. Bundan gayri kendi evimizin işine bak. Ben çalışayım sen kazancımın bekeri ol.”
Sevindi anası. Çünkü O’na güveniyordu. Tek desteği kayınıyla, oğlu Ahmet’ti.
Ahmet yine el kapılarında gece gündüz ırgatlık yapmaya başladı. Tek düşüncesi para kazanmaktı. İhtiyar anasını mutlu etmek, onun sağlığında evlenmekti. İstedi ki, bir gelin hürmeti, bir kaç torun yüzü görsün anası.
Bu düşlerle bir kış mevsimi gelip geçti. Günler ilkbahara dayandı. Mart ayı çıkar çıkmaz Mart köyünün dağı-ovası, deresi-tepesi renge boyandı. Bağları ekilmeye, bostanları dikilmeye başlandı. Madımaklar yollarda, ekinler tarlalarda yeşerdi.
Ya Ahmet’in umutları? Baharla birlikte onun duyguları da kabardı. Köyün güzel kızlarından birine, Güllü’ye gönlünü kaptırdı. Uzaktan uzağa seviyor, derdini bir türlü duyuramıyordu. Mahalledeki çöpçatan Emine’yle haber göndererek sevdiğini belli etmeye çalıştı. Kendi açarsa olmazdı. Çünkü Güllü’nün adını dillere destan etmek istemiyordu.
Güllü güzel, Güllü alımlı kızdı. Gönlü ganiydi. Öyle yükseklerden uçan, kendini ağıra saran cinsten değildi. Ağaoğlu, beyoğlu, ırgat, dal kadın çocuğu nedir bilmezdi. Bir insan çalışkan mı, evine köyüne bağlı mı, mert mi, ince mi, yüreği yufka mı, bunlara bakardı. Güllü bu nitelikleri Ahmet’te gördü, gönlü onun gönlüne su gibi aktı. O yılın Kurban Bayramı şenliklerinde arkadaşlarıyla tura oynarken iyice bakıştılar. Boyunu boyuna, huyunu huyuna yakıştırdı. İki göz, iki gönül bir oldu uzaktan, Güllü Ahmet’e, Ahmet de Güllü’ye tutuştu. Ne var ki, köylük yer, istenen her şey öyle açıkta olamaz ki! Sevenler buluşamaz. Ne olacaksa gizli saklı, gözden uzakta, gönülden can cana.
O yıl, Mart köyünün baharı iyice canlanınca işler artmaya başladı. Herkes işine gücüne daldı. Bağda-bostanda, yaylada-ovada çalışmalar kızıştı. Güllü kız elinde çapa, bel bostanda ötekilere, o bağdan bu bağa koşmaya başladı. Sıcaklar ortalığı, aşk ateşi gönlünü sarınca ne yapacağını bilmez oldu. Kuşluk zamanı köye geliyor, helkeleri kaptığı gibi davar sağmaya koşuyordu yaylaya. Çünkü Ahmet zaman zaman köyün sürüsünü güdüyordu. Gezik kime gelirse, o çoban oluyordu baharda.
Ahmet bir gün yaylada kararını verdi. Ahladın gölgesinde davar sağan Güllü’nün yanına yaklaştı. “Bereketli olsun” dedi kısık bir sesle. Güllü şaşırdı. Döndü baktı ki, Ahmet yanıbaşında. İlk kez duyuyordu bu sesi. Süt sağdığı helkeyi heyecanla kendine doğru çekti. Sağdığı koyunu bıraktı, gürneğin arasında ayağa kalktı:
“Hoşgeldin” dedi utanç bir sesle. Fakat elleri titriyor, gözlerinin içi gülüyordu. Ahmet’in sesindeki titrekliği, gözlerindeki parlayışı ilk kez yakından seziyordu. “Oturalım mı” dedi Güllü.”Bilmem sen bilirsin istersen” dedi, Ahmet.
Her ikisi de ahladın gölgesindeki sağmal koyunların arasına çöktüler. Dereden tepeden bir süre konuştular. Yanyana ilk buluşmasıydı çünkü bu. Ahmet yaşlı anasından, Güllü hırçın gardaşından söz etti. Buluştukları görülsün, konuştukları duyulsun istemiyordu Güllü. Ama Ahmet, kestirdi attı, niyetini açıkça belli etti o gün:
“Seni istetecem, babana dünür gönderecem” dedi. Bu sözleri duyunca, bir hoş oldu Güllü kız. Sevincinden yüreği hopladı: “Beklerim, en kısa zamanda beklerim” dedi. Süt helkesini kaptığı gibi köye doğru yöneldi.
O günden üç gün sonra, gezik biter bitmez köye döndü Ahmet. Bir akşam, yaşlı anasının dizlerinin dibine oturdu. “Anacığım” dedi. “Benim için bunca yıl saçını süpürge ettin, babasızlığın acısını duyurmadın, beni bugünlere getirdin. Başımızı sokacak evimiz var, askerliğimi de yaptım, sıra evlenmeye geldi. İsterim ki, bir gelinin olsun. Benim gönlüm Güllü kızı ister. Severiz birbirimizi. N’olursun bir istet babasından!”
– “Doğru diyorsun, yerinde zamanında söylüyorsun Ahmed’im” dedi anası. “Bilirim ki seversin Güllü’yü, o da seni beğenir, lakin babasıyla deli gardaşları ne der bu işe? Onlar yükü yeceye yıkan cinsinden. Başımıza bir dert açmasınlar.”
– “Bir kere deneyelim” dedi Ahmet. Anasını razı etti ve Güllü’ye dünürcüleri gönderdi.
Ahmet’in dünürcüleri bir Cuma akşamı çaldılar kapıyı.
Selam sohbetten sonra çıtlattılar geliş niyetini. Daha Güllü’nün adı geçer geçmez dikildi kardaşları. Küplere bindi babası.
– “Olmaz! Bu iş için geldinizse, kapım size kapalı. Ahmet önce bir karnını doyursun. Benim, ayak yalın, çıplak karın gezene verilecek kızım yok” deyip kesti sözü.
Güllü, direniyordu yandaki odada. “Ahmet’ten başkasına varmam!” diyor, babasına, ağalarına kızıyordu. Anası anlamıştı Güllü’yü. Ama söz hakkı yok ki.
– “Sus kızım, baban ağaların duyar sonra. Ne eder de dikiliriz karşılarına?”
O gece, Güllü verilmedi, gerçek değişmedi. Birbirlerini sevenlerin aşkı sürüyordu. Ahmet Güllü’ye, Güllü Ahmet’e bağlıydı. Çünkü daha önce söz vermişti Güllü. Gerekirse, babası vermezse, gardaşları önüne geçerse, kaçacaktı.
Öte yandan Ahmet, dünürcülerin haberlerini duyunca şaşırdı. Olup bitenleri bir güzel öğrendi. “Ayak yalın, çıplak karın!” Ne demekti bu? Güllü’nün babası nasıl söylerdi bu sözü! Oturdu, uzun uzun düşündü. Önce anasına, köyün uslularına, can ciğer arkadaşlarına danıştı. Kendine verilen öğüt, “sabret bekle umudunu yitirme.” Ahmet umudunu yitirmedi, bekledi bekledi. “Belki düzelir” dedi içinden. Babasını saydı, gardaşlarının önüne geçmedi Güllü’nün. Ama ne yapsa, ne etse gerçek değişmiyordu. Ağır konuşanlar, her yerde hor bakan konuşmaz olmuştu Ahmet’le.
Aradan birkaç gün geçince Güllü’den haber geldi:
– “Kaçırsın beni. Bu gece sabaha karşı tan yıldızı doğar doğmaz bizim arılıkta beklerim onu.”
Ahmet, hem şaşırdı, hem sevindi.
– “Bu durumda geri durmak olur mu? Niçin yaşıyorum, kim için taşıyorum bu canı? Ölürsem Güllü’nün yolunda öleyim!”
Zamanında beklendiği yere vardı Ahmet. Baktı ki arılıkta saklanmış bekliyor Güllü. Ayakları lastik, başında dülbent, sırtında bir ak gecelik. Meğerse, epeydir ağaları, Güllü kaçmasın diye urbanlarını kendi yastıklarının altına saklamış. Ahmet durumu öğrenince, bir oldu güldü, bir oldu düşündü. yapacak bir şey yoktu artık.
Gömleğini çıkarıp Güllü’ye giydirdi ve tuttular Karaören’in yolunu. Karaören komşu köy. Sığınacakları en emin yer orası. Dayısının evine gidecekler, orada saklanacaklar bir kaç gün.
Kah yürüdüler, kah koştular ama Karaören altı saatlik yol. İki saat sonra ortalık iyice ağardı. Bu durumda görenler olursa ne der?
Güllü:
– “Böylece gidelim”,
Ahmet “olmaz” dedi. “Kesin olmaz”. Tuttu kolundan yakınındaki gölün yanına vardı. Baktı ki her taraf sazlık. Kamışlar, kındıralar adamın boyunu geçiyor. “Tamam” dedi, burası iyi. Arkasından gelmesin diye Güllü’nün elini ayağını bağladı. Sesi çıkmasın, bağırmasın diye de ağzını. Ve öylece sazların içine bırakıp yürüdü.
Niyeti dayısının köyüne varacak, durumu anlatacak, onların yardımını isteyecek. İki saat sonra Karaören köyüne vardı Ahmet. Durumu bir güzel anlattı. “Hoş beş, ne yapalım, nasıl edelim” derken bir saatte öyle geçti. Sonunda dayısıgilden urbaları aldığı gibi düştü yola.
Kah yürüdü, kah koştu. Kan ter içinde çıkışından beş saat sonra, gün tepeye dikilirken Güllü’yü bıraktığı sazlığa geldi. Baktı ki, Güllü yok. Yerinde yeller eser. Fazla zaman kaybetmeden hemen geri döndü dayısının köyüne. Sırtını buz gibi ter kapladı, dizlerinde fer kalmadı.
“Güllü geldi mi?”
“Gelmedi.”
“Allah Allah nereye gitti peki?”
Dayısı Karaören köyünden birini hemen Mart köyüne yolladı. “Sorun bakalım orada var mı?”
Sekiz saat sonra haber geldi. Orada da yok. Böylece ertesi gün öğle vakti oldu. Dayısıyla birlikte köyün birkaç uslusuna, caminin imamına sordular: “Durum böyle iken böyle, ne yapalım ne edelim?”
Köy imamı: “Oğlum Ahmet, sabahleyin erkenden sazlığın üzerindeki tepeye çık, kızı bağlayıp koyduğun tarafa bak. Sivrisinek nereye topluca inip kalkıyorsa orada ara” dedi.
Böyle yaptı Ahmet. Karaören’den geceleyin çıktı yola. Gün doğarken sazlığın üzerindeki tepeye çıktı. Baktı ki, sivrisinek sürüsü Güllü’yü bağlı bıraktığı sazların beşyüz metre yakınına küme küme inip kalkar.
Koştu oraya ki, ne görsün? Güllü cansız yatıyor yerde. Sivrisinekler üşüşmüş üstüne. Her tarafı şişmiş, davul gibi olmuş. Zavallı Güllü can havliyle çırpınmış çabalamış sürünmüş. Eli ayağı bağlı olduğu için kurtulamamış, ağzı kapalı olduğu için bağıramamış. Her tarafı çizik sıyrık, saz kesiği.
Bu durumu görünce deliye döndü Ahmet. Dizlerini çırptı, saçlarını yoldu. Ağladı ağladı. Bir şaşırdı, bir ağladı. Sonra aldı başını ayrıldı oradan.
Gitti ki o gidiş. Olay tez zamanda yayıldı. Duyanların görenlerin içi yandı. Nice nice yürekler parçalandı, ağıtlar söylendi, destanlar yazıldı. Güllü’nün öyküsü, yörede bilindi, gençlerce ezberlendi. Bir sazın ezgisi eşliğinde dilden dile söylendi. İbretle dinlenen bir içli bozlak oldu yörede.
Bir Cevap Yazın